Molla Hasan

14 Ekim 2020 Çarşamba |

“Hasan, Hasan, kalk oğlum. Nerdeyse güneş doğacak. Baban kaldır dedi; sabanı alıp tarlaya gidecekmişsiniz. Hayırlısıyla tarlaların sürülmesi gerek!” dedi annesi.

Her yıl olduğu gibi ilkbaharla birlikte tarım işlerine girişildi mi, aynı zamanda dur durak bilmeyen bir koşuşturmaca da başlıyordu. “Tarlaya ne ekersen onu biçersin” derdi büyükler.

Günlerden Perşembe idi. İşe başlamak için hayırlı bir gün sayılırdı. Üstelik Hüseyin Ağa, ilk başlamazsa sürüm işine, olmazdı. Bu işe ilk başlayan mutlaka o olmalıydı.

 Hasan, yatağını toparladı ardından da hemen abdest alıp namaza durdu. Babası, bu huyunu çok seviyordu. İşlerini aksatmadan beş vakit namaz kılan ve her boş zamanında Kuran okuyan bir oğlu olması ruhunu okşuyordu.

Mescitte aldığı dersler artık Hasan’a yetersizdi. Hüseyin Ağa amcasının mektubundan ona henüz söz etmemişti. Ancak artık düşünecek bir şey kalmamıştı. Aslında kararından eşine bahsetmişti: Hasan son baharda Edirne’de medreseye gidecekti.

Hüseyin Ağa’nın kardeşi Üzeyir Efendi Edirne’nin bir köyünde oturuyordu. O da bir zamanlar Edirne Medresesini bitirmiş, evlenip orada kalmıştı. Bu nedenle memleketine çok sık gelemezdi, gelmezdi. Yılda bir kez, o da, ancak Seyit Baba şenliklerinde ve at koşularında olurdu. Çocuğu yoktu. Bu yüzden midir nedir bilinmez, yeğeni Hasan’a çok düşkündü. Gelirken ona çok çeşitli hediyeler alırdı. Hasan’ı en çok sevindiren, mutlu eden kitaplar olurdu.

         Üzeyir Efendi bu yıl da gelecekti ve dönüşte Hasan’ı da beraberinde götürecekti. Artık zamanıydı. Onun gibi yetenekli bir çocuğun, burada kalıp çift sürerek geçinmekten öte bir hayatı olmalıydı. İnanıyorlardı ki, Hasan Edirne’de çok iyi yetişecekti. Hüseyin efendinin ve eşinin tek üzüntüsü ondan ayrı kalmalarıydı. Ancak doğru olan buydu ve zor kararı oğlundan ayrı kalacak olmanın büyük üzüntüsünü şimdiden yaşayan eşinin gözyaşları arasında almıştı.

Aslında abisinin kapısı hepsine açıktı. Ancak buraları bırakıp oraya gitmeye ve yerleşmeğe ne gerek vardı? Burgaz Nehri boyunun bereketli mi bereketli toprağından kopup nasıl gidilirdi? “Hasan tek gitsin, okusun; Hüseyin Ağa’ya yabancı gelir oralar” dedi kendi kendine.

Burada doğmuştu. Keza, ataları da… İlk gelen ataları kimlerdi, onu da bilen yoktu. Kardeşinin ısrarları boşunaydı. Bu kararından vazgeçmeyecekti…

Bu yaz, Hüseyin Ağa’nın, oğluyla birlikte geçireceği son yazdı. Tek endişesi vardı! Ya oğlu da kardeşi gibi geri dönmezse, Edirne’de kalırsa? O zaman ne yapardı? Evet, orası da bizim memleketti. Ancak yine de tek oğlu yanında kalmalı, buradan kopmamalıydı. Her tatilde memleketinde, evinde olması şartıyla oğlunun kaydının yapılmasına ve Edirne’ye gitmesine izin vermişti. Bağların kopmaması için şimdilik bulduğu çözüm buydu.

Sayılı günler çabuk geçermiş. Son baharın ilk günleri de göz açıp kapayana kadar gelip kapıya dayanmıştı. Üzeyir Efendi bu yıl iki atla gelmişti. Biri kendi diğeri de yeğeni Hasan içindi. Zaman dardı ve yapılması gereken çok iş vardı. Kısa süre içinde Ziyaretler gerçekleştirilmiş, şenliklere katılınmış ve alış verişler yapılmıştı. Artık yola çıkma zamanı gelip çatmıştı. Üzeyir Efendi kardeşine istemeyerek de olsa söz vermişti: Yeğeni Hasan her yaz Zeyri Burgaz boyunda olacaktı…  Hüseyin Ağa ve eşinin içi biraz olsun ferahlamıştı.

Yola Pazar sabahı çıkıldı. Hüseyin Ağa’nın yüzünden düşen bin parçaydı. Sert bir adam olmasına rağmen bu ayrılık ona öyle koymuştu, ayrılığın acısı yüzüne öyle vurmuştu ki, gören hasta zannederdi. Gelen ilk mektubu titrek ellerle açıp okurken, herkesin gözü önünde ağlamıştı. Yolculukları iyi geçmiş, medreseye kaydı yapılmış ve Hasan Edirne’yi cok sevmiş satırları ona hüzün vermişti.

Aylar ayları, mevsimler mevsimleri kovalamıştı… Ve bir sabah, Hasan güneşin doğması gibi kapıda belirivermişti. Sormayın evdeki bayram havasını… Bir tarafta oğlunun özlemiyle yanıp tutuşan anne baba, diğer tarafta ise aile ve köy hasretiyle yanan Hasan...  Ne kadar da hızlı büyümüştü Hasan. Kocaman delikanlı olmuştu.

Hüseyin Ağa için yıl artık, Hasan’ının evde ve Edirne’de olduğu zaman olarak ikiye ayrılmıştı. Yaz aylarında evdeydi. Artık sadece başarılı bir öğrenci değildi. Aynı zamanda bir güvenilen gönüllü bir öğretmendi. Yaşlı olan köy hocası mescitte bir kenara çekilmiş, gönül rahatlığı içinde onun çocuklara verdiği Kuran dersini izliyordu. Hüseyin Ağa bu durumdan çok mutlu ve memnundu. Oğlunun köyüne duyduğu özlem ve çocuklara verdiği dersler ruhunu okşuyordu. Yedi yıl, göz açıp kapayana kadar geçmişti. Şimdi son yılındaydı ve artık Molla unvanını alabilirdi. Tabi her şeyden önce geri dönmesi lazımdı.

Üzeyir Efendi artık kardeşine gel demez olmuştu. Çünkü kardeşinin Zeyri Burgaz boyuna bağlılığını iyi biliyordu. Ancak gelişmeler iyi değildi ve bu durumu ona bildirmeliydi: Rus askerleri artık Tuna boyundaydı. Şimdi gelmezlerse akıbetleri ne olacaktı? 

Uzun uzun yaşadığı köyü anlattı. Meriç nehrinin berrak sularının berrak sularıyla beslenen bereketli topraklara sahip bir köyde yaşıyordu. Üstelik işçi bulmak da kolaydı. Ancak bu satırları okuyan kardeşi Hüseyin Ağa, bu anlatılardan hiç etkilenmedi. Gülümsedi… Ve cevap olarak, Hasan’a bir kız bulduğunu ve okul biter bitmez de düğün yapacağını yazdı ve kendisini de düğüne davet etti.

Hasan artık, Molla Hasan olmuştu. Bundan böyle ona kızını kim vermemezlik edebilirdi?  Karşı köydeki Mümin pehlivanın kızı pek uygun bir adaydı. Hasan, kızı bir düğün alayında at üzerinde görmüştü. Eskiden adetti, herkes alaya at üzerinde giderdi. Hayret, şaşkınlık, merak ve ilgiyle bakmıştı atın üstündeki fesi altın takılarla süslü kıza.  Yüreğe ateş düşmüştü. Hüseyin Ağa bu fırsatı kaçırmaz ve kızı hemen ister. Söz kesilir ve sıra şimdi düğündedir. Fakat gelecek günler karanlık mı aydınlık mı belli değildir.

Kötü ve olumsuz haberler sarmıştır her tarafı. İnsanlar şaşkın ve ne yapacağını bilememektedir. Kötü haberler gerçek olur. Şimdi Rus ordusu her taraftadır. Burgaz boyunu sessizlik ve hüzün sarmıştır. Köyde eli silah tutan tüm erkekler artık Osmanlı Ordusu’nda, cephededir. Molla Hasan da herkes gibi geride sevdiklerini bırakarak vatan borcunu ödemek savaşa katılır. Her gün şehit haberleri gelmektedir ve söylenenlere bakılırsa Rus Rrdusu artık Edirne’ye dayanmıştır. Anne ve babası ile güzeller güzeli karısı özlem ve merakla beklemektedir.  Tüm dualar gidenlerin sağ salim geri dönmesi ve zafer içindir.

Savaş en sonunda biter ve barış sağlanır. Ancak bedeli çok ağır olmuş ve çok fazla miktarda toprak kaybedilmiştir. Korkuya kapılan yüz binlerce Türk ve Müslüman canını kurtarmak için yaşadığı toprakları terk etmeye başlamıştır. Edirne yolu kağnılar ile çoğu ayaklar çıplak, başlar açık yorgun, üşümüş, aç, susuz kadın, çocuk, yaşlı erkeklerden oluşan kafilelerle doludur. Bu durum sonraki yıllarda da aynı şekilde devam eder. Vatan toprağının kaybedilmesinin bedelini Balkanlar’da yaşayan Türkler ve Müslümanlar ağır bir şekilde öder.

Molla Hasan aylar, yıllar sonra köyüne döner. Ancak haberler kötüdür. Yaşadıgı köy artık Osmanlı Devleti’nin sınır dışında kalmıştır. Yakın zamanda buralarda Bulgaristan devleti sınırları içinde kalacağı söylentileri vardır. Dahası çok sevdiği amcası Üzeyir Efendi de artık ebedi hayata göç etmiştir. Hüseyin Ağa oğluna, amcasının ona yazdığı son mektubunu uzatır:

“Molla Hasan merhaba,

Biliyorum ordudasın ve vatani görevini yapıp Allah’ın izniyle tekrar köyüne döneceksin. Ben, artık yaşlı bir adamım. Gelip de görmemek, gidip de dönmemek var. Zamanında babana çok dil döktüm, hakikati artık görmeniz lazım. Zeyri Burgaz boyu yakında Bulgar toprağı olabilir, Balkanlar’dan çok sayıda insan evlerini satıp buralara geliyor. Memleketimiz çok şükür geniş. Ancak sen de biliyorsun ki, benim tek oğlum sadece sensin. Yengenin de hiç kimsesi yok. Neyimiz varsa artık babana ve sana kalacak. Gelin de ocağımı tüttürün. Anavatan topraklarına gelme zamanın varken ve henüz havalar iyiyken, eşyalarını ve aileni öküz arabasına yükle gel.

Başka da sözüm yok. Hakkınızı helal edin!’’

         Molla Hasan kendi kendine: “Ah be Üzeyir Efendi, sen babamı zamanında kandıramadın. Benim vatanım burası deyip durdu. Şimdi ben onu nasıl kandırırım? Üstelik artık çok yaşlılar. Dahası yakında bebek bekleyen bir karım var. Bu halleriyle onları nasıl yola çıkarırım?” diye söylenirken babası Hüseyin Ağa’nın, “Namaz vakti, ezan vermeyecen mi a Molla Hasan? Yaradan’ın tüttüremediği ocağı sen mi tüttüreceksin? Neyimiz eksik burada? Çok şükür her şeyimiz var. Vatanı öyle terkedip kaçmak mı var kitabında? Hani Bulgar nerde? Sen hiç gördün mü, kim dayandı kapına? Çekip git mi dediler! Üzeyir Efendi oralara Anavatan demiş bir de! Eskiden neyse şimdi de o. Var mı bir değişiklik? Beş vakit ezanımız eksilmedi. Vatan borcunu ödedin geldin. Şimdi buraya, gitmeyip kalanlara hizmet etme zamanı. Ben seni boşuna mı okuttum? Bunca ayrılığa boşuna mı katlandık? Kimse beni vatanımdan koparamaz. Sen kaçacaksan yol orda!”

Molla Hasan hemen mescide yürüdü. Kafasının içinde vatan ve anavatan kelimeleri yankılanıyordu. Sanki arı oğul veriyordu.

 Ezan sesi yankılandı, Molla Hasan’ın sesi, bir de bebek sesi duyuldu, Hüseyin Ağa dede olmuştu.

 Yazan: Leyla Mestan