“Hasan, Hasan, kalk oğlum. Nerdeyse güneş doğacak. Baban kaldır dedi; sabanı alıp tarlaya gidecekmişsiniz. Hayırlısıyla tarlaların sürülmesi gerek!” dedi annesi.
Her yıl olduğu gibi ilkbaharla birlikte tarım işlerine girişildi mi, aynı zamanda dur durak bilmeyen bir koşuşturmaca da başlıyordu. “Tarlaya ne ekersen onu biçersin” derdi büyükler.
Günlerden
Perşembe idi. İşe başlamak için hayırlı bir gün sayılırdı. Üstelik Hüseyin Ağa,
ilk başlamazsa sürüm işine, olmazdı. Bu işe ilk başlayan mutlaka o olmalıydı.
Mescitte
aldığı dersler artık Hasan’a yetersizdi. Hüseyin Ağa amcasının mektubundan ona
henüz söz etmemişti. Ancak artık düşünecek bir şey kalmamıştı. Aslında
kararından eşine bahsetmişti: Hasan son baharda Edirne’de medreseye gidecekti.
Hüseyin
Ağa’nın kardeşi Üzeyir Efendi Edirne’nin bir köyünde oturuyordu. O da bir
zamanlar Edirne Medresesini bitirmiş, evlenip orada kalmıştı. Bu nedenle
memleketine çok sık gelemezdi, gelmezdi. Yılda bir kez, o da, ancak Seyit Baba
şenliklerinde ve at koşularında olurdu. Çocuğu yoktu. Bu yüzden midir nedir bilinmez,
yeğeni Hasan’a çok düşkündü. Gelirken ona çok çeşitli hediyeler alırdı. Hasan’ı
en çok sevindiren, mutlu eden kitaplar olurdu.
Üzeyir
Efendi bu yıl da gelecekti ve dönüşte Hasan’ı da beraberinde götürecekti. Artık
zamanıydı. Onun gibi yetenekli bir çocuğun, burada kalıp çift sürerek
geçinmekten öte bir hayatı olmalıydı. İnanıyorlardı ki, Hasan Edirne’de çok iyi
yetişecekti. Hüseyin efendinin ve eşinin tek üzüntüsü ondan ayrı kalmalarıydı.
Ancak doğru olan buydu ve zor kararı oğlundan ayrı kalacak olmanın büyük
üzüntüsünü şimdiden yaşayan eşinin gözyaşları arasında almıştı.
Aslında
abisinin kapısı hepsine açıktı. Ancak buraları bırakıp oraya gitmeye ve
yerleşmeğe ne gerek vardı? Burgaz Nehri boyunun bereketli mi bereketli
toprağından kopup nasıl gidilirdi? “Hasan tek gitsin, okusun; Hüseyin Ağa’ya
yabancı gelir oralar” dedi kendi kendine.
Burada doğmuştu.
Keza, ataları da… İlk gelen ataları kimlerdi, onu da bilen yoktu. Kardeşinin
ısrarları boşunaydı. Bu kararından vazgeçmeyecekti…
Bu yaz,
Hüseyin Ağa’nın, oğluyla birlikte geçireceği son yazdı. Tek endişesi vardı! Ya
oğlu da kardeşi gibi geri dönmezse, Edirne’de kalırsa? O zaman ne yapardı?
Evet, orası da bizim memleketti. Ancak yine de tek oğlu yanında kalmalı,
buradan kopmamalıydı. Her tatilde memleketinde, evinde olması şartıyla oğlunun
kaydının yapılmasına ve Edirne’ye gitmesine izin vermişti. Bağların kopmaması
için şimdilik bulduğu çözüm buydu.
Sayılı
günler çabuk geçermiş. Son baharın ilk günleri de göz açıp kapayana kadar gelip
kapıya dayanmıştı. Üzeyir Efendi bu yıl iki atla gelmişti. Biri kendi diğeri de
yeğeni Hasan içindi. Zaman dardı ve yapılması gereken çok iş vardı. Kısa süre
içinde Ziyaretler gerçekleştirilmiş, şenliklere katılınmış ve alış verişler
yapılmıştı. Artık yola çıkma zamanı gelip çatmıştı. Üzeyir Efendi kardeşine
istemeyerek de olsa söz vermişti: Yeğeni Hasan her yaz Zeyri Burgaz boyunda
olacaktı… Hüseyin Ağa ve eşinin içi
biraz olsun ferahlamıştı.
Yola Pazar
sabahı çıkıldı. Hüseyin Ağa’nın yüzünden düşen bin parçaydı. Sert bir adam
olmasına rağmen bu ayrılık ona öyle koymuştu, ayrılığın acısı yüzüne öyle
vurmuştu ki, gören hasta zannederdi. Gelen ilk mektubu titrek ellerle açıp
okurken, herkesin gözü önünde ağlamıştı. Yolculukları iyi geçmiş, medreseye
kaydı yapılmış ve Hasan Edirne’yi cok sevmiş satırları ona hüzün vermişti.
Aylar
ayları, mevsimler mevsimleri kovalamıştı… Ve bir sabah, Hasan güneşin doğması
gibi kapıda belirivermişti. Sormayın evdeki bayram havasını… Bir tarafta
oğlunun özlemiyle yanıp tutuşan anne baba, diğer tarafta ise aile ve köy
hasretiyle yanan Hasan... Ne kadar da
hızlı büyümüştü Hasan. Kocaman delikanlı olmuştu.
Hüseyin Ağa
için yıl artık, Hasan’ının evde ve Edirne’de olduğu zaman olarak ikiye
ayrılmıştı. Yaz aylarında evdeydi. Artık sadece başarılı bir öğrenci değildi.
Aynı zamanda bir güvenilen gönüllü bir öğretmendi. Yaşlı olan köy hocası
mescitte bir kenara çekilmiş, gönül rahatlığı içinde onun çocuklara verdiği
Kuran dersini izliyordu. Hüseyin Ağa bu durumdan çok mutlu ve memnundu. Oğlunun
köyüne duyduğu özlem ve çocuklara verdiği dersler ruhunu okşuyordu. Yedi yıl,
göz açıp kapayana kadar geçmişti. Şimdi son yılındaydı ve artık Molla unvanını
alabilirdi. Tabi her şeyden önce geri dönmesi lazımdı.
Üzeyir
Efendi artık kardeşine gel demez olmuştu. Çünkü kardeşinin Zeyri Burgaz boyuna
bağlılığını iyi biliyordu. Ancak gelişmeler iyi değildi ve bu durumu ona
bildirmeliydi: Rus askerleri artık Tuna boyundaydı. Şimdi gelmezlerse
akıbetleri ne olacaktı?
Uzun uzun
yaşadığı köyü anlattı. Meriç nehrinin berrak sularının berrak sularıyla
beslenen bereketli topraklara sahip bir köyde yaşıyordu. Üstelik işçi bulmak da
kolaydı. Ancak bu satırları okuyan kardeşi Hüseyin Ağa, bu anlatılardan hiç
etkilenmedi. Gülümsedi… Ve cevap olarak, Hasan’a bir kız bulduğunu ve okul
biter bitmez de düğün yapacağını yazdı ve kendisini de düğüne davet etti.
Hasan
artık, Molla Hasan olmuştu. Bundan böyle ona kızını kim vermemezlik
edebilirdi? Karşı köydeki Mümin
pehlivanın kızı pek uygun bir adaydı. Hasan, kızı bir düğün alayında at
üzerinde görmüştü. Eskiden adetti, herkes alaya at üzerinde giderdi. Hayret,
şaşkınlık, merak ve ilgiyle bakmıştı atın üstündeki fesi altın takılarla süslü
kıza. Yüreğe ateş düşmüştü. Hüseyin Ağa
bu fırsatı kaçırmaz ve kızı hemen ister. Söz kesilir ve sıra şimdi düğündedir.
Fakat gelecek günler karanlık mı aydınlık mı belli değildir.
Kötü ve
olumsuz haberler sarmıştır her tarafı. İnsanlar şaşkın ve ne yapacağını
bilememektedir. Kötü haberler gerçek olur. Şimdi Rus ordusu her taraftadır.
Burgaz boyunu sessizlik ve hüzün sarmıştır. Köyde eli silah tutan tüm erkekler
artık Osmanlı Ordusu’nda, cephededir. Molla Hasan da herkes gibi geride
sevdiklerini bırakarak vatan borcunu ödemek savaşa katılır. Her gün şehit
haberleri gelmektedir ve söylenenlere bakılırsa Rus Rrdusu artık Edirne’ye
dayanmıştır. Anne ve babası ile güzeller güzeli karısı özlem ve merakla
beklemektedir. Tüm dualar gidenlerin sağ
salim geri dönmesi ve zafer içindir.
Savaş en
sonunda biter ve barış sağlanır. Ancak bedeli çok ağır olmuş ve çok fazla
miktarda toprak kaybedilmiştir. Korkuya kapılan yüz binlerce Türk ve Müslüman
canını kurtarmak için yaşadığı toprakları terk etmeye başlamıştır. Edirne yolu
kağnılar ile çoğu ayaklar çıplak, başlar açık yorgun, üşümüş, aç, susuz kadın,
çocuk, yaşlı erkeklerden oluşan kafilelerle doludur. Bu durum sonraki yıllarda
da aynı şekilde devam eder. Vatan toprağının kaybedilmesinin bedelini
Balkanlar’da yaşayan Türkler ve Müslümanlar ağır bir şekilde öder.
Molla Hasan
aylar, yıllar sonra köyüne döner. Ancak haberler kötüdür. Yaşadıgı köy artık
Osmanlı Devleti’nin sınır dışında kalmıştır. Yakın zamanda buralarda
Bulgaristan devleti sınırları içinde kalacağı söylentileri vardır. Dahası çok
sevdiği amcası Üzeyir Efendi de artık ebedi hayata göç etmiştir. Hüseyin Ağa
oğluna, amcasının ona yazdığı son mektubunu uzatır:
“Molla
Hasan merhaba,
Biliyorum
ordudasın ve vatani görevini yapıp Allah’ın izniyle tekrar köyüne döneceksin.
Ben, artık yaşlı bir adamım. Gelip de görmemek, gidip de dönmemek var.
Zamanında babana çok dil döktüm, hakikati artık görmeniz lazım. Zeyri Burgaz
boyu yakında Bulgar toprağı olabilir, Balkanlar’dan çok sayıda insan evlerini
satıp buralara geliyor. Memleketimiz çok şükür geniş. Ancak sen de biliyorsun
ki, benim tek oğlum sadece sensin. Yengenin de hiç kimsesi yok. Neyimiz varsa
artık babana ve sana kalacak. Gelin de ocağımı tüttürün. Anavatan topraklarına
gelme zamanın varken ve henüz havalar iyiyken, eşyalarını ve aileni öküz
arabasına yükle gel.
Başka da
sözüm yok. Hakkınızı helal edin!’’
Molla Hasan kendi kendine: “Ah be
Üzeyir Efendi, sen babamı zamanında kandıramadın. Benim vatanım burası deyip
durdu. Şimdi ben onu nasıl kandırırım? Üstelik artık çok yaşlılar. Dahası
yakında bebek bekleyen bir karım var. Bu halleriyle onları nasıl yola çıkarırım?”
diye söylenirken babası Hüseyin Ağa’nın, “Namaz vakti, ezan vermeyecen mi a
Molla Hasan? Yaradan’ın tüttüremediği ocağı sen mi tüttüreceksin? Neyimiz eksik
burada? Çok şükür her şeyimiz var. Vatanı öyle terkedip kaçmak mı var
kitabında? Hani Bulgar nerde? Sen hiç gördün mü, kim dayandı kapına? Çekip git
mi dediler! Üzeyir Efendi oralara Anavatan demiş bir de! Eskiden neyse şimdi de
o. Var mı bir değişiklik? Beş vakit ezanımız eksilmedi. Vatan borcunu ödedin
geldin. Şimdi buraya, gitmeyip kalanlara hizmet etme zamanı. Ben seni boşuna mı
okuttum? Bunca ayrılığa boşuna mı katlandık? Kimse beni vatanımdan koparamaz.
Sen kaçacaksan yol orda!”
Molla Hasan
hemen mescide yürüdü. Kafasının içinde vatan ve anavatan kelimeleri
yankılanıyordu. Sanki arı oğul veriyordu.
Ezan sesi yankılandı, Molla Hasan’ın sesi, bir
de bebek sesi duyuldu, Hüseyin Ağa dede olmuştu.