Remzi Osman: Müslümanlara karşı önyargı komünizm döneminden kalma

11 Kasım 2012 Pazar |


-Sayın Osman, İslam dünyasında Hz. Muhammed’e karşı hakaret içeren film ile ilgili protestolar yaklaşık bir aydır sürerken, Peygamberin Bulgaristan’daki takipçileri neden sessiz ve tepkisiz duruyor?
-Gerçek olan şu ki, her Müslüman bu filme karşı olan protestosunu kendi içinde taşır. Gürültülü mitingler yapılarak, eylemler düzenlenerek gereksiz bir gerginlik yaratmak da şart değil. Hayatımız yeterince karmaşık. Bizler toleranslı ve sorumlu birer vatandaşız. Reel olarak ise Bulgaristan’da protestolar yapılıyor, ancak bu protestolar “karşı” taraftan geliyor – bir takım çevreler Müslümanlara karşı, dinlerine karşı konuşmaktadırlar. Resmi değilmiş gibi görünen bu süreç devam ederken, büyük sorun şu ki toplum aslında dinlerin özü ve içindeki akımlar konusunda bilgiye sahip değil. Bu durum hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanların bir bölümü için geçerli. Örneğin, gerek dünyada, gerek bizdeki Müslümanlar arasında geleneksel olan akımların Hanefi – Sünni akımlar olduğu pek bilinmemektedir. Ancak daha da korkutucu olan şu ki, özellikle SDS hükümetinde eğitim bakanı olarak görev yapmış olan Prof. Nikolay Vasilev gibi iddialı bir kişi, İslamiyet’in şiddet yaratan tehlikeli bir din olduğunu iddia eden makaleler yazmaktadır.
-Hem Bulgar, hem de Türklerin daha ziyade dinsiz olduklarına yönelik bir hissiniz var mı?
- Bu his doğru, ancak bunun kökleri komünizm dönemine dayanıyor. 45 yıl boyunca bu devleti dinsizler hazırlayarak şekillendirdi. Toplumun büyük bir bölümü ise din konusunda düşük bir bilgi düzeyinde kaldı. Bulgaristan’daki Müslümanların bir bölümü İslamiyet’in çeşitli akımlarını bilmez. Diğer bir bölümü ise dinlerine karşı asırlardır birikmiş bir güvensizlik hissederken, bu tutumunu açıkça ifade etmez. Tabii ki, sözdeki “Yeniden Doğuş Süreci” döneminde küçük bir grup gönüllü olarak Türk isimlerini Bulgar isimlerle değiştirdi. Ancak onlar zaten tabiatıyla Allahsız insanlar olduklarından onlar için bir sorun yok. İşte bu karmaşık ortamda devlet ve yöneticilerin sorumluluğu büyüktür. Onların, halkı cepheleştirip bölen gürültülü kamu eylemleri düzenlemek yerine mecburi olarak -daha riskli olanlar başta olmak üzere, dini gruplarla birlikte çalışmaları gerekiyor.
- İslam dininin neresinde devletin müdahalesini görüyorsunuz?
-Aslında Başmüftülük hükümetin bir ortağı olarak, resmi ve Bulgaristan’daki Müslümanları temsil eden tek kurum olarak algılanmalı. Devlet onları eğitim alanında tamamen eğitmeli, çünkü Başmüftülük kendi başına eğitim sorununu kaldıramaz. İşte örneğin, Bulgaristan’da farklı siyasi görüşlü yöneticiler yıllardır Sofya’da bir İslam Merkez’in resmi kaydının yapılması ve Yüksek Dini İslam Enstitüsü’ne lisans verilmesini reddediyordu, ancak bundan dolayı hem Müslüman dini hem de toplum zarar gördü.
-Toplum açısından olumsuz etkileri nelerdir?
- 20 yılı aşkın devam eden demokrasi sürecinde, Bulgaristan’da bizim buradaki geleneklere göre, devlet denetiminde olacak şekilde İslamiyet alanında eğitim görmüş ilahiyat uzmanları, din adamları yetiştiremedik. Böyle bir üniversite olmadığı için İslam dinini öğrenmek isteyenler ilgili öğrenimlerini farklı devletlerde görmek zorunda kaldı. Bunun sonucu olarak onların bazıları da Bulgaristan’a ithal edilmeye çalışılan dindeki başka akım ve geleneklerin taşıyıcıları oldu. Eğer böylesi bir eğitim merkezi olsaydı şimdi bizler bazıları tehlikeli de olabilecek bu alışılmadık misyonerlerin ve öğretilerin nereden geldiklerini sormayacaktık. Bir Yüksek Dini İslam Enstitüsü olsaydı, bu kurum çeşitli dini akımlar konusunda topluma daha çok bilgi vererek, İslam’ın gereğinin yerine getirilmesi konusunda düzeltici bir rol oynardı. Devlet ise, bu sürece katılıp Müftülüğün ortağı olurdu ve burada ulusal gelenekler çerçevesinde kadro yetiştirilmesine katkıda bulunurdu. Basit bir örnek vereceğim – Örneğin Bulgaristan’da Yüksek Din Akademisi’nin olmadığını farz edelim. Bu durumda Hıristiyan din pratiğini yapmak isteyenler Rusya, Yunanistan veya Sırbistan’da öğrenim görecekti. Bundan dolayı Ortodoks Kilisesi’nde, ayrı ayrı piskoposluklarda Rus veya Yunan etkisi uygulanıyor gibi türlü suçlamaların ortaya atılmasına gerekçe bulunurdu.
Ancak Sofya’da İslam Enstitüsü ile ilgili sorunun çözümü yine yarım ağızla yapılıyor. İktidar diyor ki, ”Enstitüye evet diyoruz, ancak yanında camii olamaz”. Bu hem komik, hem de aptalca bir şey. Bakınız, Moskova’nın tam merkezinde camii kuruluyor ve işin ilginç tarafı Rus Ortodoks Kilisesi buna yardım ediyor. Pozitif örnek budur.
- Sofya’da ikinci camiden kim korkar?
-Korkan ve bunu engelleyen, aslında mevcut durumun korunması ve devamından yana olanlardır. Başka bir deyişle – İslamiyet’e, başka dine inananlara, “farklı olana” karşı olanlar engel olur. Bu gibi korkuları yaratanlar, güvenlik servislerinin üst kademeleri, adalet sistemi, istihbarat ve diplomaside Müslümanların yeri olmadığını düşünüp karşı çıkanlardır. Ancak şu da net olarak bilinmeli ki, hiç kimse burada orantılı katılımdan söz etmiyor. Ben bu prensibin en büyük muhalifiyim, çünkü bu yaklaşım zararlıdır. Öte yandan azınlıklara devlet idaresinin tüm organlarında yer verme yolunu bulmak, onları bu görevi yapmak üzere hazırlamak da yine devletin görevidir. Ayrıca, Bulgaristan’da açık olarak azınlıklara karşı çıkan insanların sayısı hiç de az değildir. Bu görüşü paylaşan ulusal politikacıların sayısı da oldukça fazladır. “Ama bunlar da çok fazla istemeye başladı” diyen meslektaşlar bilirim. Çok fazla değil, zira milli güvenlik açıdan bu mecburi sayılır. Bir topluluk izole edildiğinde, o topluluk kendini güvenlik teşkilatların çalışmalarıyla ilişkilendiremez, onlara destek vermez, çalışmalarında yardımcı olmayı reddeder. Gerçek son derece basittir – kurbanı ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun - suç kaçağı suç kaçağıdır, terörist teröristtir, hırsız da hırsızdır.
Azınlık temsilcileri bu kurumlarla kimlik birliği bulabilmeli, onlarla özdeşleşebilmelidir. Bizim için Hollanda, Almanya, Belçika ve yine ABD örnek teşkil ediyor. Acaba, adalet organlarında azınlıkların hiç temsilinin olmaması normal midir? Azınlık kökenli tek bir büyükelçinin bulunmaması normal midir? Biz yeni bir Yüksek Adalet Divanı seçtik ve üyelerinin arasında tek bir Müslüman yer almadı. Aralarında buna laik, böyle bir görevi hak eden onurlu Müslüman insanların olmadığına inanmıyorum.
- Müslümanların haklarının sınırlı olduğunu iddia ediyorsunuz, ancak son iki hükümette HÖH iktidarda aktif bir faktör olarak yer aldı. Bu alanda neden reform yapmadınız?
-Bu soru esaslı bir sorudur, biz de bunu küçümsedik. Eksikliklerimizi de biliyoruz. Ancak gerçek şu ki, o dönemde koalisyon ortaklarımız, seçmenlerinin anlayış göstermeyeceğini düşünerek endişelere kapılmıştı. Kendi seçmenine Müslümanlara tüm kurumlara erişim hakkı vermelerinin gerekçelerini açıklayamayacaklarından dolayı korkuyorlardı. Bu son derece garip bir durum. 23 yıldır politikacılar, bunu veya şunu halkına açıklayamamaktan kaynaklanan endişelerini bahane ediyorlar. Politikacının görevi, faydalı sonuçları olacaksa, toplumun lehine karar almaktır. Toplum bugün seni belki anlayamaz, ancak bir suikast sonrası değil, ama 10 yıl sonra alınan bu karara değer verir. Nerede hata yaptık ve olayları nasıl önleyebilirdik sorularının cevaplarını bulmak için illa en büyük kötülüğün başımıza gelmesine gerek yok.
- İslamiyet’te din ile radikal İslam ve terörizm arasındaki ayırıcı çizgi nereden geçiyor?
-Örneğin mezar taşlarını reddeden, türbeleri ve mezarları imha eden ibadet etme tarzı farklı dini topluluklar var. Ben onların iyi veya kötü olduklarını söylemiyorum. Mesela Suudi Arabistan’da Selefiyye resmi bir dindir, ancak onlara Vahhabi dediğinizde, bunu hakaret olarak görürler. Pazarcık’taki dava ve bir grup Müslüman karşı yapılan suçlamalarla ilgili sorunu bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu insanları İslamiyet’in belirli bir akımının takipçisi olmakla suçluyoruz, ancak bu terörizm mi, değil mi? Esas yanıtını bulmamız gereken soru da budur. Eğer durum böyleyse, biz direk olarak tüm Suudi Arabistan’a karşı terörizm suçlamasında bulunmuş oluruz! Aynı zamanda işte, bu devletle resmi diplomatik ilişkilerimiz de var. O zaman nasıl böylesine suçlamalarda bulunabiliriz? Ben aslında bir takım akımları kabul etmiyor olabilirim, ancak yasalara sadık olmak kaydıyla onları benimseyen bir komşum olabilir. 21. yüzyılda kaba kuvvet ve mahkeme zoruyla dini kural ve davranışlar uygulanamaz. Böylece devletin faktör olarak sahip olduğu rolüne geliyoruz. Devletin de söylemesi gereken şu: radikal İslam, kökten dinci İslam, İslami terörizm diye bir kavram yok. İslamiyet, Hıristiyanlık gibi “tek”dir. Eğer bir kimse suikast düzenleyip, başkaları ve kendisini öldürmeye hazırsa, bunu dine bağlayamayız. Komünizm döneminde Kuran-ı Kerim’in çevirileri kasıtlı olarak yanlıştı. 1992 yılından sonra artık daha iyi uyarlamalar var ve orada başkasının hayatını almanın ve canlı bombaların yaptığı gibi kendi hayatına kıymanın büyük günah, hata olduğu kesin olarak ifade edilmiştir.
-Yine de Selefiyye Bulgaristan’da geniş olarak yayılmak üzere gerekli koşulları bulabiliyor mu?
-Hanefi – Sünni akımı bölgemizde sağlam geleneklere sahiptir. Yeteri kadar güçlü olan bu akımları ele geçirmek o kadar kolay değil. Gerçek şu ki, köylerdeki insanlar bunların (Selefiyye) girişim ve yayılımlarının karşısında kolay kolay ödün vermez.
Hatırlayın, demokrasinin ilk yıllarında Hıristiyanlar arasında da benzer sorunlar vardı. Hz. İsa adına gelen birçok tarikat onların aralarına sızmaya çalıştı, ancak Ortodoks Kilisesi bu tarz ihtirasların üstesinden geldi.
-Yine de, köylerde uzun sakallı, garip giyimli misyonerlerin dolaştığı, kadınlara zorla başörtüsü uygulatıldığı yönünde sıklıkla bir takım haberler çıkıyor.
-Böyle bir yaklaşım ciddi olamaz. Sizin de sakalınız var, bu da terörist olduğunuz anlama gelir mi? Giyim kuşam, dış görünüş terörizm anlama gelmez. Ancak şu da gerçek ki, sivil toplum örgütü kurup bir takım aşırı görüşlerin vaazını veren kişilerin olduğu da bir gerçek. Açık olarak bilinmesi gereken şu ki, bu kişiler İslamiyet’i temsil etmiyorlar. Bunlar, Bulgaristan dışında mezun olup, Suudi Arabistan, Sudan, Yemen, Oman ve diğer bazı ülkelerden bir nevi finansman alan kişilerdir. Ancak dikkat edin, bu kişiler Türkiye’ye gidip eğitim görmez, çünkü Türkiye onları kabul etmez. İlk başta bir takım yabancılar gelirdi ve onları sınır dışı etmek kolaydı. Ancak şimdi onlar Bulgar vatandaşı olduklarında kendi ülkesinden onları ihraç etmen mümkün mü? Dolayısıyla artık onlara gelen finansal aktarımları, yaptıkları temas ve irtibatlarını takip edecek olan devlettir. Ancak bu yaklaşımda her türlü tepki ciddi kanıtlarla temellendirilmeli, aksi halde bu tutum gerginlik yaratılabilir. Belki de kanunlarda bir sorun olabilir ve ben, milletvekili olarak diğer Avrupa ülkelerinde bu finansmanın nasıl düzenlenmiş olduğunu, devlet tarafından yasal kontrolünün nasıl yapıldığı konularında bilgi edinmeyi görev olarak bilirim.
- Pazarcık’taki dava ve Burgaz’daki teröristin Rodop dağlarından Pomak kökenli olduğu yönündeki medyaya sızan sözde iddialara karşı Müslümanların tepkisi nasıldır?
-Ortalıkta sanki Bulgar Hıristiyanları bizi terörist olarak, ya da bir nevi aşırı fanatik olarak görüyorlar gibi bir his var. Bu his komünizm zamanında ve sözdeki “Yeniden Doğuş Sürecinden” beri sürüp giden bir kalıntıdır. Oysa vatan hepimizin vatanıdır ve birimize ‘anne’ diğerimize ‘üvey anne’ olamaz. Bu telkinin etkisi olumsuzdur ve bundan topluma bir yarar olmaz. Böyle sonuçların çıkarılması ve Kuran-ı Kerim ile ilgili yorumların özellikle Müslüman olmayan kişilerce yapılması ayrıca bir hakaret olarak da kabul edilir. Böylesi bir telkin Pomaklar ve genel olarak Rodop halkı için büyük bir hakaret sayılır. Bu insanların sahip oldukları duygular konusunda çok dikkat edilmeli. Suçlamalar yağdırmak kolay, ancak şunu da hatırlamakta yarar var: Burgaz’daki terörist saldırısında hayatını kaybeden Bulgar vatandaşının cenazesine devletin tek bir temsilcisi hazır bulunmadı. Bu kurban da bir Bulgaristan vatandaşıdır. Sahip olduğu din yüzünden ihmal edildiğini düşünmek istemiyorum. Böyle bir ihmalin taraflı, kasıtlı ve büyük bir ihmal olduğuna inanıyorum.
Aynı şekilde Rodoplarda uyuyan terör hücrelerin olduğunu iddia ediyorlar – devlet bir kez bu düşünme tarzını değiştirmek zorunda. Bu zihniyetin kırılması ancak devletin müdahalesi ve işbirliği ile yapılabilir. Pazarcık’taki mahkeme davası bir hataydı ve bu görüşümün kanıtlanacağına inanıyorum. Bunların dürüst insanlar olduklarını biliyorum ve özellikle skandal yaratan filmin ardından dünyanın isyanlardan sarsıldığı bir ortamda gerginlik yaratmak gereksizdir. Basının bunlara önem veriyor olması da büyük bir hata. Birileri bu olayda gerek iktidarı, gerekse güvenlik servislerini yönlendirerek kandırdı.
Çeşitli çevrelerden gelen misyonerler çok sessizce Müslümanlar arasına sızmaya çalışıyor, ancak bu durum şunu gösterir ki, bizim güvenlik servislerimizde İslamiyet’i bilen tanıyan personel eksikliği söz konusu. Onlar bu dini akımlar konusunda bilgi sahibi olmadıktan sonra onlara karşı nasıl mücadele verebilirler? Bir gün bizim güvenlik servislerimiz Mekke’ye sızıp öğrenci yollayabilirse çok mutlu olurum. Bildiğiniz gibi oranın 30 kilometre çevresine başka dinden olan kişiler yaklaşamaz. Orası tüm Müslümanların dünya merkezidir.
-Türkiye ile yapılan işbirliğimiz nedir, komşularımızın tehlikeli bir takım akımlar ile sorunları var mı?
-Bence özellikle gizli servisler düzeyinde Türkiye ile işbirliğimiz terörizmle mücadele alanında başarılıdır. Elimdeki bilgiye göre bir süre önce Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı Bulgaristan ziyareti sırasında, bu işbirliği çerçevesinde şüpheli bir tarikatın faaliyetleri konusunda bilgi verilmiş ve o zaman devletimiz gerekeni yapmıştır. Ancak özellikle NATO’ya ortak olduğumuza göre bu son derece normaldir. Türkiye’nin de aynı sorunları var. Onların istihbarat servisi Rusya ile Kafkasya bölgesi konusunda işbirliği yaparak, Rus tarafına çeşitli dini akımlar arasındaki farklılıklar konusunda bilgi veriyorlar.
-Anadil eğitimi koreografi ile eşit konumlu seçmeli ders kalırsa, HÖH protestolar düzenleyecek mi?
-Bu, HÖH için eski ve çok “hasta” bir meseledir. Anadil eğitimini koreografi ile aynı konuma getirmek aşağılayıcı bir hakaret. Umarım eğitim bakanı bu gafını anlayacaktır. Önemli olan sorun şu ki, çocukların kullanabileceği ders kitapları bile yok. En yeni ders kitapları 20 yıl önce basılmıştır. Bu sorunlar yaşanırken aynı zamanda Sırbistan’ın batısında, Ukrayna, Moldova, Romanya gibi yerlerde yaşayan Bulgar topluluklarını nasıl destekleyeceğimizi konuşuyoruz. İşte bu çifte standart uygulamasıdır. Bulgaristan dışındaki azınlıklarımızın durumu konusunda iddialarımız varken, buradaki azınlıklarımıza gelince onların haklarını unutuyoruz. Bazı çevrelerin ortaya attığı teorilere göre hatta ana dil resmi dilin öğrenimine engel oluyormuş. Bu kabul edilemez bir durumdur. Eninde sonunda söz konusu olan haftada 4 saatlik anadil dersi...
Geçmişe baksak, 1975 yılına kadar durum böyleydi, ben de dili böyle öğrendim. Şimdi de neden böyle olmasın? Çifte standart uygulanamaz – kendi soydaşlarına hak talep ederken, devletin içindeki farklı olanları sınırlandıramazsın. Protesto yapılmasının nedenini anlayamıyorum. Genel insan haklarından ibaret net olayların karşısında gerginlik yaratılmasının, protestoların düzenlenmesini gerek görmüyorum. Umarım, sorun siyasi diplomasi yolu ile çözülür.
-Bir kaç gün önce, göçmen örgütleri Bulgaristan’a karşı sözdeki “Yeniden Doğuş Sürecinde” işlenen suçlarla ilgili davayı Lahey’deki mahkemeye intikal ettirdiler. Bu durumda, HOH böylesi önemli bir konuyu ihmal ettiği için suçluluk duymuyor mu?
-Belki de suçumuz vardı, ancak fikrimizce adalet sistemi, siyasi baskı beklemeden kendi iradesi ile işini bitirmek zorundadır. Bulgaristan’da adalet sisteminin 23 yıldır açıkça adalet dağıtmayı reddetmesi büyük bir eksikliktir. Suçlu olanlar, iç kurumsal yöntemler kullanarak adaletten kaçmaya çalışıyorlar. Aynı zamanda karara bağlanması 4 -5 yıl ertelenmiş davalardan söz ediyorlar. Burada ise söz konusu olan tam 23 yıllık bir süre. Ayıp doğrusu. Diğer yandan Brüksel, çözümlenmesi geciktirilmiş simge nitelikli bir takım davaların takibini yaptığını iddia ediyor. Bu davanın da Brüksel’in dikkatine sunulması ve onlarca Bulgar adalet sisteminden hesap sorulması için ısrar edeceğiz. Bu konuda er veya geç adalet yerini bulacaktır. Yeni Yüksek Adalet Divanı’nın bu davanın öncelik sahibi olmasını talep etmesinde ısrar edeceğim. Dava ile ilgili gelişmelerin geciktirilmesi, sözde “Yeniden Doğuş Süreci”nin zihniyetini paylaşan, devletin üst düzeyinde politikacı yargı üyelerinin olduğu anlama gelir ve bundan dolayı dava bloke edilmiş bulunmaktadır. Lahey’ye ulaşmak zorunda kalmamız utanç vericidir. Oysa kendi sorunlarımızı kendimiz temizleyebilirdik.
Zaman her şeye şifadır diyorlar. Ama tarihin de unutmadığını unutmayalım.