Bir beyaz minibüs, içindeki üç yazar, iki illüzyonistle Bulgaristan turnesine çıktı. Meriç kıyılarından Tuna boylarına onlarca şehirde, köyde, kasabada eğleşen ve kimi yerde çiçeklerle, kimi yerde türkülerle karşılanan bu ekip neyin peşindeydi?
Sınır çizgileri, toprağın rengini değiştirmez, ağaçların türünü ve dağların yapısını da… Günebakan çiçekleri her iki yakada da yüzünü güneşe çevirir ve bu sarı tarlalar, Türkiye toprağından Bulgaristan’a sınır tanımadan uzayıp gider. Edirne’den çıkıp sahil şehri Burgaz’a ulaştığınızda, “Ne çabuk!” dersiniz şaşkınlıkla, “Bir Bulgar şehrine biz bu kadar yakın mıydık?” İşte esas mesele; yakınlık ve uzaklık… Arada tel örgülerden daha aşılamaz bir duvar var zira; geçmişin zaferleri ve yenilgileri… Bilhassa Bulgaristan tarafında, öfkeyi her dem taze tutan tarih kitapları yeni nesilleri Türkiye’den fersah fersah uzağa düşürüyor. Bu durumda beylik bir ifade de olsa söylemek zorundayız: “Bulgaristan bize hem yakın, hem de uzaktır arkadaş!”
Evet, coğrafî olarak yakın, psikolojik olarak uzak; ama sınır bir kez aşılıp da karşı tarafa geçildiğinde öyle bizden, öyle aşina ki! Bulgaristan topraklarında, yaklaşık bin beş yüz kilometreyi Türkçe duyarak ve Türkçe konuşarak kateden biri, ‘yabancılık’ hissinden söz edebilir mi! Burgaz’dan Varna’ya, Rusçuk’tan Silistre’ye, Şumnu’dan Filibe’ye, onlarca şehirde, köyde, kasabada, ilçede bir Anadolu sıcaklığıyla karşılanmak, baştan beri sözünü ettiğimiz o zihnî uzaklığı da bir anda siliveriyor. O zaman biz, geçmişte yaşanmış türlü zulümlere rağmen yerini yurdunu terk etmemiş Bulgaristan Türklerine bir teşekkür borçluyuz. Yalnızca teşekkür değil, biraz da ilgi ve merak borçluyuz. Göçmeyip orada kalanlar bugün nerede, nasıl yaşarlar? İbadethaneleri ne durumdadır, Türkçeyi rahatlıkla konuşurlar mı?
Latif Fatme Latif, bize bu soruların cevabını verebilir mi? Evet, büyük oranda… Adından başlayalım. Latif, o topraklarda geleneksel isimlerin bugün bile revaçta oluşunun göstergesi. Anne babalar çocuklarını Ayşe, Hatice, Hüsniye, Nesibe, Emine gibi adlarla çağırıyor ve bizim geldiğimiz noktayı bıyık altından gülerek değerlendiriyor: “Sizde çocuklara Su, Yağmur, Sarp, Kaya gibi isimler veriliyor artık.”
Latif, dedesinin adını taşıyor ve o adı Bulgaristan Türklerinde âdet olduğu üzere, ikinci soyadı olarak kullanıyor. Ortadaki ‘Fatme’ nedir peki? Annesinin adı, bildiğimiz Fatma, Latif’in ilk soyadı ve bir başka gerçeğin; hem Bulgarlar hem de Türkler arasında yaygınlaşan boşanmaların işaretçisi… İşte size üç kelimenin söylediği… Henüz on beşindeki Latif’i Bulgaristan Türklerinin bir temsilcisi gibi gösteremeyiz elbet; ama konuştuğu Türkçeden, söylediği türkülerden ve kendi hayatına dair anlattıklarından yola çıkarak bazı varsayımlarda bulunabiliriz. Türkçenin şehir merkezlerinden ziyade köylerde daha güzel konuşulduğunu iddia edebiliriz mesela ki hem gözlemlerimiz hem de görüştüğümüz yetkililer bu tespiti doğruluyor. Ve Türkçe bu topraklarda biraz da türküler eşliğinde yaşıyor. Karşı dağlarda görünen her köyün adını bilmekle kalmayıp o köye ilişkin türküler de söyleyen Latif, bize ister istemez şu soruyu sorduruyor: “Anadolu’da on beşinde kaç çocuk, köyler üzerine yakılmış türkülerden haberdardır?”
Nasıl öğrenmiş peki bu türküleri? “Küçükken nineme, ‘bir türkü söylesene’ derdim, o da söylerdi. Böylelikle öğrendim hepsini.” Dikenlik köyü görününce karşıdan, ısrarlarımıza dayanamayıp mırıldanmaya başlıyor Latif: “Dikenlikten çıktık başım selamet / Kamçıboyu’na indik koptu kıyamet / Yansın anam yansın Gülsümüm diye / Yanarım gençliğime doymadım diye…” Bu türkünün adı ‘Gülsüm Kızın Destanı’. Bir de hikâyesi var: Gülsüm, Salim’i sever; ancak ailesi daha zengin olduğu için onu Recep’e vermek ister. Gülsüm Salim’le kaçar ve beklendiği üzere Recep arkalarından yetişir. Niyeti Salim’i vurmaktır; fakat kurşun Gülsüm’e isabet eder ve kız oracıkta ölür. Kamçıboyu’nda kopan kıyamet işte Gülsüm’ün kıyametidir.
İş önlüklerinin sırrı
Köyler, dağ yamaçlarında ve ovalarda yeşillikler arasına serpiştirilmiş kırmızı çatılarıyla beliriveriyor. Kiremitlik, Dikenlik, Çepelce, Dereköy, Çukurköy… Hiçbirinin Türkçe tabelası yok; ama halk yıllar yılı kendi köylerini hep Türkçe isimleriyle bilip söylemiş. Köy dediğimiz burada, kaldırımlı caddeleri, kültür evleri, yeşil parklarıyla emeklilerin yerleştiği sakin kasabaları andırıyor aslında. Fakat duvar diplerinde oturan şalvarlı teyzelere bir Anadolu köyünde de rastlanabilir pekâlâ…
Üzerlerindeki gri, kahverengi ve lacivert iş önlükleri hariç tutulmak kaydıyla tabii… Burası ilginç; bir örnek giyinmiş onlarca kadını bir anda karşımızda görünce, az önce bir fabrika paydos etti zannediyoruz, bildiğiniz tek tip giysiler işte, önden düğmeli, yandan cepli… Meğer köylerde kadınlar şalvarlarının üzerinde ‘manto’ dedikleri bu önlükler olmadan sokağa adım atmazmış. Önceleri devlet dairelerine işi düşenlere gerekli ciddiyeti temin eden bu üniformalar, sadeliği ve kullanım kolaylığıyla bağda, bahçede, kapı önünde, komşu ziyaretinde tercih edilir olmuş ve bugün neredeyse geleneksel bir giysi halini almış. İşçi sınıfının ve tek tipliliğin yüceltildiği komünizm döneminden bir ‘hediye’ muhtemelen… Her neyse, bu köylerin bizim köylere benzemezliğini izaha devam edelim. Şumnu Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Bayramalan köyünde tarih ve Bulgarca öğretmenliği yapan Huriye Bekir’e soralım mesela: “Okul dışında neyle meşgul olursunuz?” “Her sabah kalkar ineğimi sağarım. Her köylü kadın gibi, tarlada çapa yaparım, dikerim, örerim. Okuldan çıkınca gidecek başka yer mi var, bağdan, bahçeden başka!” Köylerde hayvancılık tarımdan daha güçlü; ama Bayramalan gibi ‘deniz boyu’na yakın köylerde kadınlar sahil otellerinde, tekstil atölyelerinde, erkekler ise inşaatlarda iş bulabiliyor. Bayramalan köyünde bir kütüphane ve sandıklardan çıkan nakışlı kumaşların, elbiselerin, toprak testilerin, bakır sahanların ve bugünkü çocukların hiç tanımadığı tarım aletlerinin sergilendiği bir de müze var.
Kiremitlik, Çepelce ve Bayramalan’dan sonra Latif’in köyü Dereköy’deyiz. 350 haneli bu köyün Sofya Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirmiş, mastırlı bir muhtarı var. Burada altını çizmek istediğimiz nokta, muhtarın eğitimli oluşu değil sadece, gençlerin üniversite okumak için neredeyse hiç heyecan duymadığı bir zamanda köyüne dönüp onları cesaretlendiren bir genç adamın varlığının nasıl da ehemmiyetli oluşu… Muhtar İsmail Över, hem Bulgar hem Türk gençlerin kapılar açıldıktan sonra çalışmak için Avrupa’ya gittiğini, geride kalanların da üniversite eğitimine ilgisiz olduğunu söylüyor. Ona kalırsa bu moralsizliğin altında komünizm döneminde bastırılan anne ve babalardan çocuklarına sirayet eden ‘Bizden bir şey olmaz’ düşüncesi yatıyor. Över’in o ‘karanlık’ günlerle ilgili önemli tespitleri de var: “Komünizm döneminde Bulgarlar dini yasaklayıp Türklüğü yüceltmişler. O yıllarda Nazım Hikmet’in burada Türkçe dersi verdiği biliniyor. Okullardan biri de onun adını taşır zaten. Niyetleri, Türkçe üzerinden komünizmi sevdirmeye çalışmaktı… Sonrasında bize Kuran’ı yine dedelerimiz öğrettiğine göre bu kampanyaların tuttuğu pek de söylenemez. ”
Bulgarlar Türkçe yer, Türkçe uyur
Bulgarlar ‘din’den sıyrılmış bir Türkçeyle komünizm propagandası yaptıkları dönemde bu dilden bazı kelimeleri sevmiş olabilir mi? Yok, muhtemelen daha eskinin, tarih kitaplarında ve turizm broşürlerinde üzerinden bir çırpıda atladıkları 500 yıllık Osmanlı geçmişinin hediyesidir onlar. Bugün, tencere ve yorgan gibi bazı kelimelerin Bulgarca karşılığı olmadığı söyleniyor mesela. Kültür Bakanlığı’nın yürüttüğü TEDA projesi kapsamında Türkçeden Bulgarcaya kitap çevirileri yapan Rüstem Aziz, “Bulgar dilinin yaklaşık yüzde 15’i Türkçe kelimelerden oluşur. Bir Bulgar’ın evine misafir olduğumuzda, döşeme döşemedir, tavan tavandır, döşek döşektir. Tabii, kimi kelimelerin anlam kaymasına uğraması yüzünden zor durumda kaldığımız da olur. ‘Piç’ kelimesi söz gelimi, Bulgarcaya ‘mert’ olarak geçmiştir. Türkiye’ye yaptığımız seyahatlerde, Bulgar iş adamları Türk meslektaşlarının sırtlarını ‘çok piç adamsın’ diyerek sıvazladığında bir tatsızlık çıkmasın diye meseleyi acilen izah etmemiz gerekir.”
Peki, Bulgaristan’ın Türkçeye bugünkü yaklaşımı nasıl? Türkler, tamamı ya da çoğunluğu Türklerden oluşan okullardaki Türkçe derslerini (haftada iki saat) yetersiz buluyor. Ancak şehir merkezlerinde Bulgarların çoğunlukta olduğu okullarda okuyan Türk gençlerin sıkıntısı farklı: “Sokakta rahatlıkla Türkçe konuşabiliriz; biri bir şey söylediğinde ‘Kardeşim bu ülkede demokrasi var’ deyip geçebiliriz; ama okulda bu yasak. Kendi aramızda Türkçe konuştuğumuzda arkadaşlarımız bizi müdire hanıma şikâyet etmekle tehdit ediyor ve çaresizce susuyoruz.”
Bir şehre bir cami yeter!
Şumnu şehir merkezindeki kilise ve camileri ‘hilal’ ve ‘haç’ sembolleriyle gösteren eski bir haritada 20 tane ‘hilal’ saymak mümkün. Bugün ise aynı şehir merkezinde hatırı sayılır tek cami var, o da 1744’te Şerif Halil Paşa tarafından yaptırılan Tombul Camisi (halk arasında bu isimle biliniyor)…
Kırk-elli yıl içerisinde sadece Şumnu’da değil, bütün Bulgaristan’da mabet kıyımına giden komünist yönetim, hemen her şehirde yalnızca bir cami bırakmış ki onların çoğu kaybolan tapular ve iki ülke arasında uzayıp giden bürokratik yazışmalar yüzünden ibadete ya kapalı ya da elverişsiz durumda bugün. Nihayet iskelelerle kuşatılan Tombul Camisi’nin söz gelimi, Demirel’den bugüne uzanan bir ‘onarılamama’ hikâyesi var. Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan’ı andıran bu cami Bulgaristan’ın en güzel ve belki en talihli camilerinden yine de, Rusçuk ve Silistre’deki emsallerinin hali daha dokunaklı zira… Vaktiyle yaklaşık 45 camisi bulunan Rusçuk, altından su boruları geçtiği için yıkılma tehlikesi yaşayan Mirza Sait Paşa Camisi’ni kurtarmaya çalışıyor şu günlerde. Silistre ise Kurşunlu Camisi’ni perişan görünümüne rağmen ibadete açık tutma gayretinde. Mimar Sinan’ın talebelerinden Dülger Mustafa’nın 1560’larda yaptığı ve 1600’lerde şehri ziyaret eden Evliya Çelebi’nin ‘pir-i nur, yok bundan maadası’ diye methettiği mabedi böyle mahzun görmek varmış demek biz torunların kaderinde. Caminin etrafında dönerek hasar tespiti yapmak, kitabe aramak ama bulamamak, sonra yoldan geçen bir Dimitir amcadan ‘Kurşunlu’ adını duymak, demir parmaklıklar arasından içerisini görmeye çalışmak, gördüğünden hiç de hoşnut olmamak… Neyse ki Bulgaristan’daki Türk makamları caminin onarımı için TİKA ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başvurmuşlar, hatta Kadir Topbaş mimarlar göndermiş ve projeler hazırlanmış. Şimdi gözler iskelenin kurulma onayını verecek Bulgaristan parlamentosunda…
Kırk-elli yıl içerisinde sadece Şumnu’da değil, bütün Bulgaristan’da mabet kıyımına giden komünist yönetim, hemen her şehirde yalnızca bir cami bırakmış ki onların çoğu kaybolan tapular ve iki ülke arasında uzayıp giden bürokratik yazışmalar yüzünden ibadete ya kapalı ya da elverişsiz durumda bugün. Nihayet iskelelerle kuşatılan Tombul Camisi’nin söz gelimi, Demirel’den bugüne uzanan bir ‘onarılamama’ hikâyesi var. Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan’ı andıran bu cami Bulgaristan’ın en güzel ve belki en talihli camilerinden yine de, Rusçuk ve Silistre’deki emsallerinin hali daha dokunaklı zira… Vaktiyle yaklaşık 45 camisi bulunan Rusçuk, altından su boruları geçtiği için yıkılma tehlikesi yaşayan Mirza Sait Paşa Camisi’ni kurtarmaya çalışıyor şu günlerde. Silistre ise Kurşunlu Camisi’ni perişan görünümüne rağmen ibadete açık tutma gayretinde. Mimar Sinan’ın talebelerinden Dülger Mustafa’nın 1560’larda yaptığı ve 1600’lerde şehri ziyaret eden Evliya Çelebi’nin ‘pir-i nur, yok bundan maadası’ diye methettiği mabedi böyle mahzun görmek varmış demek biz torunların kaderinde. Caminin etrafında dönerek hasar tespiti yapmak, kitabe aramak ama bulamamak, sonra yoldan geçen bir Dimitir amcadan ‘Kurşunlu’ adını duymak, demir parmaklıklar arasından içerisini görmeye çalışmak, gördüğünden hiç de hoşnut olmamak… Neyse ki Bulgaristan’daki Türk makamları caminin onarımı için TİKA ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başvurmuşlar, hatta Kadir Topbaş mimarlar göndermiş ve projeler hazırlanmış. Şimdi gözler iskelenin kurulma onayını verecek Bulgaristan parlamentosunda…
İmam hatip öğrencisi aranıyor
Şumnu, Rusçuk ve Kırcaali’de, bizdeki imam hatip liselerinin muadili sayılabilecek üç ilahiyat lisesi var.
Bulgaristan’da, cami imamlığının yetmiş-seksen yaşındaki ihtiyarlara kaldığı ve komünizm döneminde yetişmiş nesillerin dine bugün bile uzak durduğu bilinirse veya Şumnu İlahiyat Lisesi mezunlarından Özlem Tevfikova’ya kulak verilirse bu okulların ehemmiyeti daha iyi anlaşılır: “İkinci sınıfı bitiren öğrenciler Kur’an öğretmeye hak kazanırlar. Ben üç sene üst üste yaz tatillerimi değişik köylerde ikişer ay kalarak ve isteyen herkese Kur’an öğreterek geçirdim.” Ancak ne var ki yeni nesil içinde ilahiyat liselerine sıcak bakan Özlem’lere nadiren rast geliniyor ve okul yöneticileri öğrenci bulmak için kapı kapı dolaşmak zorunda kalıyor. Şehir merkezlerinde böyle bir taleple kapı tıklatmanın neredeyse imkânsız oluşu, hatta dilin ve dinin daha iyi muhafaza edildiği köylerde bile öğrenci arayışının, okulların sunduğu cazip imkânlara rağmen kolay olmayışı komünizm tesiriyle açıklanabilir pekâlâ…
İkna olan öğrencilerin mahalle baskısı yüzünden nerede okuduklarını saklayışı ya da kendi köylerine uzak bir şehri tercih ederek bir nevi hicret yaşayışı da… Uluslararası standartlara göre eğitim veren, parasız yatılı imkânı sağlayan, maddi sıkıntısı olanların giyecek ve yol parasını temin eden ve sonrasında hangi fakülteyi kazanmış olursa olsun, öğrenciyi üniversite eğitimi boyunca bursla desteklemeye devam eden bir sistemden söz ediyoruz neticede. Başarıyla mezun olmuş gençler Türkiye’deki üniversitelerde konaklama, yemek ve sağlık giderleri karşılanarak ve aylık 300 dolar burs alarak okuyabiliyor üstelik. Bulgaristan’a müftü, imam ve öğretmen yetiştiren bu liselerin öğrencisizlikten dolayı kapatılmasından endişe duyan idareciler, “Demokrasiye geçildiği yıllarda buradaki Müslüman halkların talebiyle okulların yeniden açılmasına izin verilmişti, ancak şimdi kapanırsa bir daha açmamız mümkün olmaz.” diyorlar.
Türkiye Diyanet Vakfı tarafından finanse edilen ve Anadolu’dan gönderilen eğitimciler tarafından koordine edilen okullardaki öğrenci profili, ülkenin bazı gerçeklerini de görünür kılıyor. Rusçuk İlahiyat Lisesi’ne Türkiye’den gönderilen ve bu görevi bir ‘vefa borcu’ olarak değerlendiren müdür yardımcısı Muzaffer Gedikoğlu, öğrencilerinin yüzde sekseninin anne babasının ayrı olduğunu ve bazı kimsesiz öğrenciler yüzünden öğrenci yurdunu yaz-kış açık tuttuğunu söylüyor. Ülkedeki yetiştirme yurtlarına Türk çocuklarının da bırakıldığına bakılırsa, Bulgaristan’da her yüz çocuktan 56’sının evlilik dışı dünyaya geldiğini gösteren istatistiklerin sadece Bulgarları değil, ülkede yaşayan Müslümanları da ilgilendirdiği söylenebilir. Bütün bu tatsız bilgilerden sonra, yetiştirme yurdundan ayrılmış bir kız çocuğunun önümüzdeki sene Rusçuk İlahiyat Lisesi’nde yatılı okumak üzere kayıt yaptırdığını öğrenmek hoş doğrusu… Okulların Osmanlı’dan kalma yapıları eğitim ve konaklama için kullanıyor oluşunu da ayrı bir hoşluk olarak kaydedelim.
Müftüler ne ister?
Yurt dışında müftü ziyaretinin neredeyse elzem olduğu tek yer Balkan ülkeleridir. Onlar orada, biraz mahzun ve yalnız dururlar çünkü… Niyetiniz ülkeyi biraz tanımaksa hele, iyi birer rehberdir müftüler. “Şehirde bir kale var mıdır, camilerin kaçı kayıp, kaçı sağlamdır, Osmanlı’dan kalma yapılar hangileridir, Evliya Çelebi Seyahatname’sinde bu şehir için ne demiştir?” Ülkenin hem geçmişi hem de bugünü hakkında da söyleyecek sözleri vardır üstelik. Biz Bulgaristan’ı biraz da böyle tanımaya çalıştık işte, müftülerin dertleri ve beklentileri, ülke gerçeklerini işaret eder çünkü biraz da… Silistre Müftüsü Müddesir Mehmet’in söz gelimi, Bulgaristan’a imam gönderen Türkiye Diyanet Vakfı’ndan bir ricası var: “İmamlar, komünizmin halkı nasıl yanılttığını bilerek gelmeli buraya. O neslin camiyle barışık olmayışını anlamakta zorlanıyorlar sonra.” Müftü Mehmet’e göre asıl çözüm, Bulgaristan’ın kendi imamlarını yetiştirmesi; ama önce çocukların camiye, gençlerin de ilahiyat liselerine ısındırılması gerekli. Rusçuk Müftüsü Aziz Azizov da ülkede görev yapan imamların yüzde doksanının yetmiş yaş üstü oluşundan muzdarip; ancak Türkiye’den gönderilen genç imamlarla ilgili onun da bir şerhi var: “İmamları gönderirken dikkatli olmalılar. Bize banka borcunu kapatmak için yurt dışına çıkmış insanlar değil, gönül adamları lazım!”
Müftülerin bir sıkıntısı da camilere ait vakıflarla ilgili… Bulgaristan Başmüftülüğü vakıf mallarını geri alabilmek için geçen yıl aralık ayında 100’ün üzerinde dava açmış. Silistre Müftülüğü, Kurşunlu Camisi bitişiğinde bugün belediyenin eline geçen cami arsasını, Şumnu Müftülüğü ise bir hamam ve bir Türk okulu binasını almak için mücadele veriyor. Sorun daha ziyade tapularla ilgili; arşivlerde kayıtlı arazilerin bir kısmı tapularına ulaşılamadığı için bir anlam ifade etmiyor; ancak o tapuların Jivkov döneminde kasten kaybedildiği de herkes tarafından biliniyor.
BULGARİSTAN’A NİÇİN GİDİLİR?
Edirne Valisi Hasan Duruer’in bir sınır valisine yakışır biçimde komşu hakkını gözettiği ve Evlâd-ı Fâtihân’ın halini hatırını sorup gönlünü aldığı biliniyor. Duruer’in Balkan Danışmanı Fahri Tuna’nın organize ettiği “Sanatçılar Balkanlar’la Buluşuyor” etkinliği de bu alâkanın tezahürlerinden biri. Önceki aylarda Makedonya’yı dolaşıp oralardaki Türk gençleriyle buluşan sanatçılar, bu kez Bulgaristan’da yedi şehir ve bir o kadar da köy, kasaba, ilçe dolaşarak hem halkla hem de ilköğretim, lise ve üniversite talebeleriyle bir araya geldi. Niyet sahihti; Türkçenin artık bir işe yaramadığına inanmaya başlayan gençlere moral vermek, İstanbul Türkçesinden bir latif rüzgâr estirmek, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmek, minik hediyelerle sevindirmek, merak gidermek, sorup öğrenmek, anlatıp dinlemek… Gümrah ormanlardan, mümbit ovalardan, ayçiçeği ve lavanta tarlaları arasından üç yazar ve iki illüzyonistle akıp giden ‘turne’ minibüsü, eğleştiği her köyde, kasabada hem sevindi, hem sevindirdi, kimi yerde çiçeklerle, kimi yerde türkülerle ama her yerde gülümsemelerle karşılandı. Kim bilir belki de bir ‘merhaba’nın kırk yıl hatırı vardı.
MEDRESET-ÜN NÜVVAB YENİ ÂLİMLER YETİŞTİREBİLİR Mİ?
Bulgaristan’daki üç ilahiyat lisesi içinde en meşhuru Şumnu İlahiyat Lisesi. Tombul Camisi’ne komşu olan lise, 1922’de ‘Medreset-ün nüvvab’ adıyla açılan okulun bir devamı niteliğinde. Şöhretini de bu okuldan yetişip bölgeye hizmet eden âlimlere borçlu zaten. Nüvvab, Osmanlıcada kadı yardımcısı anlamına geliyor.
O yıllarda müftü yardımcısı yetiştirmek üzere kurulan okulun iftihar tablosunda Marmara İlahiyat Fakültesi’nde hocalık da yapan fıkıh ve hadis âlimi Ahmet Davutoğlu da bulunuyor. Bu kıymetli isimlerin, okulun yeni öğrencilerini şevklendirdiğini düşünen müdür yardımcısı İdris Sağır, geçen sene Türkiye’ye gönderdiği altı öğrenciden epey ümitli; “Konaklamadan, ulaşıma her türlü ihtiyaçları karşılanıyor. Mezuniyetlerini takip eden altı ay içinde dönmek şartıyla gönderdik onları. Buraya gelecek ve memleketlerine hizmet edecekler.” İdris Sağır’ın da Türkiye Diyanet Vakfı’nın görevlendirmesiyle memleketi Maraş’tan kalkıp Şumnu’da hizmet ettiğini hatırlatalım.
Aksiyon