PLOVDİV
Bulgaristan, benim gezi listemde hep son sıralarda yer almıştır. Hatta hiç gitmesem de olurdu diye düşündüğüm bir ülke. Burada görülecek fazla kültür ve tarihi değerler olmadığını değerlendiriyordum. Bulgaristan’ı hep gezilerime dahil etmemekten duyduğum sıkıntının nedeni ise, Balkanlar’da görmediğim tek ülke olması idi. Yılbaşında üç günlük bir Bulgaristan gezisi fırsatı çıkınca da hemen bunu değerlendirdim. Bulgaristan’ı -tamamı olmasa da- gezip görünce; gezi listemin sonuna koymakta ne kadar haklı olduğumu da anlamış oldum.
Osmanlı tarafından asırlarca yönetilen bu ülkede yine Osmanlılar tarafından yapılan yüzlerce eserden birkaç tanesi ayakta kalabilmiş, diğerleri yok edilmiş. Osmanlı’nın dışında yapılan da fazla olmadığından görülecek kültürel ve tarihi zenginlikten söz etmek zor. Büyük bir tarihi ve kültürel mirası deyim yerinde ise har vurup harman savurmuşlar. Tam bir miras yedi.
Avrupa Birliği ülkesi olan Bulgaristan, hala Avrupa Para Birimi olan Euro’ya geçememiş ve kendi para birimi olan Leva’yı kullanıyor. Bir zamanlar nüfusu 9 milyon olan Bulgaristan’ın, Avrupa Birliği’ne kabul edildikten sonra, serbest dolaşım nedenleri ile 2 milyon kadar nüfusu çalışmak için ülkeyi terk etmiş. Bunların çoğu genç olduğundan, dinamik bir genç nüfustan da mahrum kalmış.
Demokrasiye geçmeyi ve Avrupa Birliği’ne katılmayı kısa bir süre denilebilecek zaman dilimi içerisinde gerçekleştirmesi nedeniyle, süratle gelişen bu olayların etkisinden kendisini kurtaramamış. Bu durumda onlara hak vermemek mümkün değil. Bir anda rejim değişiyor ve kendisini Avrupa Birliği’nin içerisinde buluyor. Hem demokrasiyi ve hem de Avrupa Birliği’ni hazmedecek. Hiç de kolay değil. Bunların altından kalkıp kalkamayacağını zaman gösterecek. Ancak bizim gördüklerimiz, sıkıntıların hala devam etmekte olduğu.
Tüm gezimiz boyunca dışarıya doğru büyük bir genç nüfus göçü yaşayan bu Balkan ülkesinin her bakımdan ekonomik sıkıntı içerisinde olduğunun belirtilerini görebiliyoruz. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen hep aynı yere gitmekten sıkılan Avrupalı turistlerin de yeni bir yer bulmanın heyecanı içerisinde Bulgaristan’a akın etmeleri, bu ülkenin ciddi bir avantajı. Bu turistler, daha ziyade kış sporları ve deniz için geliyorlar. Nüfusu 7 milyon olan Bulgaristan’a yılda gelen turist sayısı yaklaşık 9 milyon. Bu da Bulgaristan için hiç de küçümsenecek bir rakam değil.
Bulgaristan’da kaldığımız süre içerisinde bir gün Plovdiv (Filibe), bir gün de Sofya’yı gezme şansımız oldu. Bir günde seyahatle geçti. Seyahatimizi araçla yaptığımız için Bulgaristan’a Kapıkule Sınır Kapısından girdik. Yol güzergahımız da Haskova, Plovdiv ve Sofya oldu. Oldukça rahat yolculuk yaptık ve güzel yerler gördük. Her ne kadar yalnızca Sofya ve Plovdiv’i gezmekle Bulgaristan hakkında tam bir bilgi sahibi olunamayacağı bir gerçekse de, bu iki önemli şehri görmek de, bir fikir vermesi açısından önemli.
Bulgaristan hakkında bu kadar kısa bir bilgi verdikten sonra, gezimiz sırasında gördüklerimizi sizlere aktarmaya çalışacağım. Traklardan Roma İmparatorluğuna, daha sonra da Osmanlı Devleti’ne kadar çeşitli kültürleri bünyesinde bulunduran bu ülke, karma bir kültürün yansıması. Bunu da tüm gezimiz sırasında gördük.
Gördüklerimiz içerisinde kuşkusuz en güzelleri, ikona sanatı ve duvar resimleri. Ortodoks diniyle özdeşleşmiş olan bu sanat dalı, Bulgaristan’da en üst düzeyde uygulanmış. Gezdiğimiz kiliselerde son derece güzel resimler ve ikonalar gördük. Gerçekten bakmaya doyulamayacak kadar güzeller.
Onlar Plovdiv, biz ise Filibe diyoruz. Ne olursa olsun Türkler için çok tanıdık bir şehir. Bugün Plovdiv olarak adlandırılan Filibe, Bulgaristan’ın güney kesiminde, yukarı Trakya Ovası’nda ve Meriç Nehri’nin iki tarafında yer almakta. Burası aslında altı tepe üzerine kurulmuş bir şehir. Meriç Nehri ile merkezdeki Cuma Camii arasında kalan kısımda şehrin ticari bölümü bulunuyor. Nüfusu yaklaşık 350 bin olan bu yerleşim birimi, Sofya’dan sonra Bulgaristan’ın en büyük şehri durumunda. Aynı zamanda, önemli bir ticaret ve kültür merkezi konumunda.
1999 yılında Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen bu şehrin geçmişi, oldukça eskilere dayanıyor. Şehir, 1361 yılında Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa tarafından fethedilince, adı “Filibe” olarak anılır olmuş. 1878’deki Osmanlı-Rus savaşından ve Bulgaristan’ın bağımsızlığından sonra da ‘Plovdiv’ olarak değiştirilmiş şehrin adı.
Bugün Anadolu’dan Avrupa’ya giden yol üzerinde bulunan Filibe’nin, ya da bugünkü adıyla Plovdiv’in bizim için tarihi bir önemi var. Osmanlılar döneminde Filibe, tam bir Türk şehri karakterinde gelişme göstermiş. Burayı fetheden Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, ilk olarak Meriç üzerinde bir köprü yaptırmış ve çeltik yetiştirmeye oldukça elverişli olan şehrin hemen kuzeyindeki araziye pirinç ektirerek bölgeye bu ziraatı tanıtmış. Zamanla şehir, devlet sınırlarının iç kısmında kalarak önemli ticari ve ekonomik merkezlerden biri haline gelmiş. 15. yüzyılın ilk yarısında, Anadolu’dan getirilen Türk aileleri buraya yerleştirilmiş ve Filibe, Rumeli Beylerbeyinin merkezi olmuş. Şehri birkaç kez ziyaret etmiş olan ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, burasının Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki en büyük on şehrinden biri olduğunu ve her gün daha da zenginleştiğini kaydediyor.
Osmanlı zamanında inşa edilen çok sayıda cami, han, hamam, kervansaray ve medrese gibi yapıların büyük bir çoğunluğu yıkılmış olmasına rağmen bir kaçı ayakta kalabilmiş. Şehrin trafiğe kapalı, alışveriş caddesinden vitrinlere, insanlara ve binalara bakarak yürürken caddenin sonuna geldiğimizde, yerden 4-5 metre aşağıda kalmış bir Roma stadyumunun kalıntılarını gördüğümüzde ne kadar şaşırdığımızı tahmin edemezsiniz. Bu alışılmış bir şey değil. Hemen onun yanında da güzel görüntüsü ile Cuma Camii. Yürümeye devam edildiğinde sağlı sollu alış veriş yerleri ile cadde tüm hareketliliği ve renkliliği ile devam ediyor.
CUMA CAMİİ
Osmanlı’dan Bulgaristan’da kalan birkaç eserden en önemlilerinden birisi olan ve 14. yüzyılda I.Murad tarafından yaptırılan, kendisine “Ulu Cami”, “Cumaya Camii” veya “Hüdavendigâr Camii” isimleri verilen camiyi gezdik. Son zamanlarda restore edilerek ibadete açılan caminin görünümü son derece iyi.
İMARET CAMİİ
Az bir yürüyüş mesafesinden sonra 1442 de II. Murad döneminde Lala Şahin Paşa’nın oğlu Şahabettin Paşa tarafından yaptırılan İmaret (Şahabettin Paşa) Camisine ulaşıyoruz. Ulu cami kadar olmasa da dış görünüşü iyi durumda. Camiye daha sonraları Sultan II.Beyazid döneminde imarethane eklenmiş. Bugün yalnızca cami ve Şahabettin Paşa’nın Türbesi mevcut ve ne ibadete açık.
Az bir yürüyüş mesafesinden sonra 1442 de II. Murad döneminde Lala Şahin Paşa’nın oğlu Şahabettin Paşa tarafından yaptırılan İmaret (Şahabettin Paşa) Camisine ulaşıyoruz. Ulu cami kadar olmasa da dış görünüşü iyi durumda. Camiye daha sonraları Sultan II.Beyazid döneminde imarethane eklenmiş. Bugün yalnızca cami ve Şahabettin Paşa’nın Türbesi mevcut ve ne ibadete açık.
ESKİ KENT-TARİHİ EVLER
Plovdiv’de görülüp gezilecek ve keyif alınacak yerlerin başında geliyor. Plovdiv’in eski kısmında, sanki biz oraya geldiğimizde açılmış tarihten bir sayfa gibi. Akşam güneş batarken gelmemiz nedeniyle, havanın alaca karanlığında sokaklar ve evler daha da güzel ve gizemli görünüyorlar. Büyük taşlarla döşenmiş Arnavut kaldırımlı yollarında yürürken eski günlerden kalma bir Bulgar güzelinin hemen karşımıza çıkacağı hayaline kapılıyoruz. Burası Osmanlı’nın kurduğu bir mahalle aslında. Bunu evlerin tarihlerine ve mimari tarzlarına bakarak anlayabiliyoruz. Onlar ise bu evlere “Plovdiv Barok” tarzında yapılmış evler diyorlar.” Simetrik bir yapı; merkezde salon, etrafında yine merkeze göre simetrik şekilde yerleşmiş odalar. Orta halli ailelerde salon dikdörtgen oluyor, zenginlerde ise oval. Boyalı niş’lere, en güzel oymacılık örneklerinin sergilendiği ahşap tavanlara ve güneşin her daim içerde olmasını sağlayan bir pencere donanımına sahip bu evler, Avrupa tarzı mobilyalarla döşenmiş.
Plovdiv’de görülüp gezilecek ve keyif alınacak yerlerin başında geliyor. Plovdiv’in eski kısmında, sanki biz oraya geldiğimizde açılmış tarihten bir sayfa gibi. Akşam güneş batarken gelmemiz nedeniyle, havanın alaca karanlığında sokaklar ve evler daha da güzel ve gizemli görünüyorlar. Büyük taşlarla döşenmiş Arnavut kaldırımlı yollarında yürürken eski günlerden kalma bir Bulgar güzelinin hemen karşımıza çıkacağı hayaline kapılıyoruz. Burası Osmanlı’nın kurduğu bir mahalle aslında. Bunu evlerin tarihlerine ve mimari tarzlarına bakarak anlayabiliyoruz. Onlar ise bu evlere “Plovdiv Barok” tarzında yapılmış evler diyorlar.” Simetrik bir yapı; merkezde salon, etrafında yine merkeze göre simetrik şekilde yerleşmiş odalar. Orta halli ailelerde salon dikdörtgen oluyor, zenginlerde ise oval. Boyalı niş’lere, en güzel oymacılık örneklerinin sergilendiği ahşap tavanlara ve güneşin her daim içerde olmasını sağlayan bir pencere donanımına sahip bu evler, Avrupa tarzı mobilyalarla döşenmiş.
Restore edilmiş 150’den fazla evden oluşan bu alanda, bugün binaların her biri müze, galeri, atölye, otel, lokanta ve gece kulübü gibi işlevler üstlenmiş. Örneğin Argir Kuyumcuoğlu Evi (1847), bugün Etnografya Müzesi olmuş. Dimitar Georgiadi Evi (1848) ise Ulusal Uyanış ve Özgürlük Mücadelesi Müzesine dönüşmüş. Tchomakov Evi (1860) ya da Zlatyu Boyacıyev Evi, artık bir sanat galerisi ve Bulgaristan’ın en ünlü ressamlarından Boyacıyev’in en geniş resim koleksiyonunu barındırıyor. Bir dönem Fransız şair Alphonse de Lamartine’nin kaldığı ev de bugün Bulgar Yazarlar Birliği’nin merkezi.
İçlerinde en simgesel ve tipik olan Balabanov Evi de, sanat galerisi ve konser binası bugün. Ev aslında 19.yy başında zengin bir tüccar tarafından inşa edilmiş, ama orada oturan son kişinin, yine bir tüccar olan Luca Balabanov’un adını taşı yor. 1930’lu yıllarda yıkılan ev, 45 yıl sonra aynı yere yeniden inşa edilmiş. Bu yapı, görkemli ve estetik cephesi ile Bulgar barok döneminin en güzel yansıması. Göz kamaştıran ikonları ile kiliseler, yüzyıllık ağaçlarıyla Kral Simeon Parkı, çok değerli altın objeleriyle arkeoloji müzesi, açık hava cafe’leri, Sanatçılar sokağı, antikacılar. Burası sanki bir el işçiliği krallığı; resimli-tahta oyma kutulardan, dantellere, çarpıcı renklerdeki dokumalara kadar, yok yok. Bölgeden eli boş çıkmak imkansız. Geçmişten bugüne yolculuk, hatta zamanı unutmak gibi.
ROMA TİYATROSU
Antik Tiyatro, turistlerin en çok ilgi gösterdiği yerlerin başında geliyor. Taksim Tepe ve Cambaz Tepe arasında yer alan Antik Tiyatro 2. yüzyılda inşa edilmiş görkemli bir yapı. 3 katlı sahneye sahip tiyatro, Orta Asya Helenistik tarz mimarisiyle inşa edilmiş. Tiyatro 3 kapılı ve 28 basamaklı oturma düzenine sahip. Büyüklüğü ve mimarisinin görkemi ile öne çıkıyor. 5-7 bin kişi kapasiteli ve sahne heykellerle süslüymüş; Tiyatro bölümler halindeymiş ve her bölümün sıralarına şehrin mahallelerinin adı yazılıymış. Her mahalleli kendi yerini, nereye oturacağını bilirmiş. Sahnesi bugün de konser ve gösteriler için kullanılıyor. Roma Stadyumu ise, at nalı biçiminde, 30 bin kişi kapasiteli. Burada, 4 yılda bir Olimpiyat oyunları tarzında spor karşılaşmaları yapılırmış.
Bundan sonraki yazımda Sofya’da buluşmak üzere hoşça kalınız.
Saygılarımla.
olay.salcan@gmail.com
www.olaysalcan.com