Tarih
20 Nisan, günlerden Pazartesi değil Çarşamba, yıllardan 571
değil 2016… Kutlu doğumundan 1445 yıl geçmiş yâ Rasûlâllah!
Dün
Tuna boyunda Rusçuk’ta seni andık, seni anlamaya çalıştık,
seni anlatmaya gayret ettik ey Cân-ı Cânân Efendimiz.
Senin
sesinin Rusçuk’ta, Tuna ovasında, Deliorman’da,
Dobruca’da, Kırcalı’da, Rodoplar’da, Filibe’de, senin güzelliğini temsil eden
güllerin diyarı Kızanlık’ta, hatta Vidin’de yankılanması bir başka güzellik...
İnsanların emniyet ve huzur içerisinde birlikte yaşayabileceklerini, ama bunun
bir ahlâkı olduğunu, bu işin bir marifet işi olduğunu, bunun için hikmet ve
irfanî bir bakışın olması gerektiğini dilimiz döndüğünce şehir ve köylerden
gelen kardeşlerimizle paylaştık ey Kân-ı İrfân Efendimiz.
Bugün
ise vuslat yolcusuyuz... İnleyerek sana geliyoruz...
Senin nurunla nurlanan Nurlu Medine’den münevver olarak dönmek için senin
huzuruna geliyoruz ey Nûr-ı Dilârâ!
Sofya
havaalanından Bulgristanlı 20 kardeşimizle izinin tozuna
yüz sürmek için yola revan oluyoruz. Bir zamanlar Bulgaristanlı hacılar
Deliorman’dan, Kırcalı’dan, Dobruca’dan hacca yola çıkar ve İstanbul’da diğer
hacılarla buluşarak yolculuklarına birlikte devam ederlermiş. Biz de onun
misali İstanbul’da uçak değiştiriyor, aynı duyguları paylaşan ve aynı menzile
ulaşmaya çalışan Kosovalı, Roamnyalı, Slovenyalı, Kırgızistanlı, Arnavutluklu
ve sair kardeşlerimizle birlikte dünyanın merkezine doğru hareket ediyoruz.
Uçağımız milleri aştıkça aşıyor, biz de sana yaklaştıkça yaklaşıyoruz yâ
Nebiyâllâh.
Yolculuğumuz esnasında
beynimde birkaç mısra dolaşıyor, insanlığa senden öğrendiği insanlığı öğreten
büyük Yunus’un derûnî mısraları bunlar:
Arayı arayı bulsam izini,
İzinin tozuna sürsem yüzümü.
Hak nasîb eylese görsem yüzünü,
Yâ Muhammed cânım arzular seni.
Bir mübârek sefer olsa da gitsem
Kâbe yollarında kumlara batsam
Hûb cemâlin bir kez düşte seyretsem
Yâ Muhammed cânım arzular seni.
Evet,
mübarek bir seferdeyiz. Umre yolculuğundayız... Tekrar nasip eden Yüce Mevlâ’ya şükürler
olsun!
Bir zamanlar
aylarca yolculuktan sonra ulaşılan mukaddes şehir Medine’ye bizler üç saatte
varıyor ve senin mübarek kabrini işaret
eden yeşil ışıklı minareyi semadan görüyoruz. Yeşil kubbe görünüyor...
O ana kadar sürdürdüğümüz zikir ve tesbihlerimize
ara veriyor, seni salât ü selâmlarla anmaya yoğunlaşıyoruz. Allah’ın andığı,
meleklerin yâd ettiği mübarek ismini anarak kalbimizi ferahlatıyor, gönlümüzü
cilâlıyor, sana hem burada hem de kıyamet gününde yakın olmaya gayret ediyoruz.
Çünkü sen gözlere nûr, kalplere sürûrsun ey Âlî Sultan!
Sen ve senin getirdiğin
kutlu mesaj ne cezbedici ki, 15 asır sonra milyonlar senin sevdanla Medîne’yi
arşınlıyor, dertlerine deva, hastalıklarına şifa arıyor. Târümâr olmaya yüz
tutmuş gönül ve yurtlarını Medîne’nin nuruyla yeniden münevver kılarak
medeniyetini ayakta tutmaya çalışıyor. Medînesiz medeniyet olur mu yâ
Habîbâllâh?! Olur belki, ama Mehmed Âkif’in tarif ettiği ve bugün de sıkça
karşımıza çıkan o tek dişi kalmış canavar medeniyeti olur...
Sen
hasta gönüllere şifasın, feri gitmiş ve şaşıya dönmüş gözlere nûrsun, sen
Muhammedü’l-Emîn’sin. Bizler senin bizlere bıraktığın
emniyeti arayıp bulmaya geldik yâ Sâdika’l-va‘di’lemîn! Bizler emniyet
isityoruz, insanlık emniyet istiyor... Ama ne yazık ki, emniyet yanlış yerlerde
aranıyor. Emniyet senin kurduğun, senin model olarak bıraktığın şehirdedir ya
da ona göre kurulan, düzenlenen şehirlerdedir. Orası iman baçesidir, emanet
yurdudur, emniyet şehridir, ümniye ülkesidir... Bizleri de oraya kabul et yâ
Muhammedü’l-Emîn! Hatamız çok, kusurumuz sonsuz, günahımız gırtlağa kadar, ama
eşiğine geldik, ümmetinin bir ferdiyiz, ‘vâ ümmetî’ sırrına kavuşmaya geldik,
kabul buyur ey tıfıl iken ümmetin dileyen Peygamber!
Binlerce
salât, binlerce selâm sana ey selâm ülkesinin imamı!
Mübarek ailene, seçkin ashabına, kıyamete kadar selâm ülkesini kurma yolunda
yürüyenlere selâm!...